‘Birey olmasını başaranlara düşman kesilen son toplumlar ve bu toplumların en güçlü temeli olan, çocukların hep iyiliğini, gerçekte ise sürekli köleliği isteyen son aile yapılarını yeryüzünden silene değin, Kafka’nın Dönüşümü geçerliliğini ve güncelliğini koruyacaktır!’ Ahmet Cemal.

Kafka, yazar olmasaydı, dileyeceğim tek şey onun psikolog olmasıydı. İç dünyasını bu kadar güzel tasvir eden adam, kendisi hakkında bu kadar düşünmeye sevk eden şahsiyet, karşısındaki hakkında ulaşılabilecek en mahremi konulara ulaşabilecek gücü elinde bulundururdu. Varlığı, insanın girdiği buhranı en güzel kelimelerle tasvir eden Kafka, evrenseldir gözümde. Ne dönemini ne öncesini ne geleceği anlatır, var olanın tümünü güzel yansıtır hikâyelerine. Var olanı, olduğu gibi, eksiği ve yetersizliği ile anlatır. Kapılar açmaz, aslında kapalı olduklarını öyle iyi anlatır ki, açmak değil yakınlaşmak istemezsin. Aradığını değil, aramadığını bulursun Kafka’yla. Varoluşun en ince ayrıntılarını, en çıplak haliyle bulursun. Karamsar olan o değildir, insanın kendisidir, varoluşudur. Bulanık hayatların neyi bulandırdığını onu okudukça düşünmeye başlar insan. Ölümü, yalnızlığı, izolasyonu, tüketmenin buhranında olan, üretimi sadece yediği besinden alacağını sananlara hayatın tokadını vurur adeta.

Yazdığı her cümlenin altını çizme refleksini başka neredeyse (Tolstoy hariç) hiçbir yazarda hissetmeyen ben, onun sayesinde özgünlüğe giden kapılardan birinin önünde durduğumu hissederim. Istırap içerse de, hayatın kaybetmeye tahammül olduğunu yüzüme vursa da, hakikatin anlatıldığı bu kadar açık ‘şey’ bulamam düşlemlerimde. İnsanın köleliğini, bağnaz halini, sistemin madalyondaki diğer çirkin yüzünü öyle anlatır ki, arayışım; küçük dünyamda, yeni bir dünya yaratma çabasına dönüşür.

Kafka’yı okurken, anlarım ki bana yazmış. Karşısındayım ya da yanında bana anlatıyor, tutup beni sallıyor. İç görümün kanayan yarasına belki merhem olmuyor, yanağıma öpücük kondurup anne şefkatini göstermiyor ama yaptığı en iyi şeyi yapıyor, kanıyor diye bağırıyor. Terapistin olması gerektiği yerde duruyor, üçüncüye tahammül etmek zorken terapist gibi üçüncü oluyor ve onun yaptığı gibi  dikkatle yakalanması gerekeni –bende- çok iyi yakalayıp gösteriyor. Yoksa konuşmak kolaydır ama anlatmak zordur, anlatmak isteneni terapist gözüyle çekip alıyor.

Arenada hissi uyandırır Kafka, sanki içinizdeki şeytanla; yaratılan yenidünya düzeninde savaştasınızdır ama öyledir ki gladyatör olmadığınız apaçık ortadadır. Çığlıklar size değil size rağmen atılan bu kirli dünyayadır. Yok olmanızı bekleyen, yırtıcı kuşları görürsünüz tepenizde; bunu anımsatan ünlü İran masalı da belki gelir aklınıza… Yırtıcı bir hayvan kovalarken, uçurumdan düşen adam ve son anda tutunduğu dal parçası. Oh diyeceği anda, dalı yiyen iki kemirgen. Dal birazdan kopacak…  Tepesinde aslan, gökyüzünde yırtıcı kuşlar, altı uçurum…  Bakar ki dalın yanında böğürtlen meyve vermiş. Yiyin der İran masalı, ne aslana aldanın ne uçuruma… Kafka ise uçurumu da iyi anlatır, yırtıcı hayvanı da; belki de böğürtlenin tadını daha iyi kavrayabilelim diye.

Kafka gibi babasına öfke duyan bir duayen Cemal Süreya onu şiirinde ne güzel anlatır:

Ey şiir arayıcısı ey esrik kişi

Şu son dönemecini de aşınca gecenin

Doğacak gün artık gündüze ilişkin değil

Bu ağartı ancak yürekle karşılanabilir

Bütün iş orda işte, ordan usturuplu geçmesini bil

Tutsaksan ellerin sıvışır gider zincirlerinden

Ve balyozla vursalar mısralarına

Soylu bir demir sesi yükselir

Soylu büyük ve mavi bir demir sesi

Ellerim gece yatısına çağrılmış

Ve

Telaşsız görünmeye çalışan bir Kafka gibi

Yüzüm giyotine abone.

Seçemezsin babanı, elinde olan yetin ya da eksiğindir. Ya dünyaya hükmedecek gücün var olduğunu hissettirecek kadar cesur paklar seni ya da bir hiç olduğunu hatırlatan ve kalın kalın altını çizerek oluşan hançer! Yüreğine kazır baba! Ya onun takdirini hatırlarsın çocukluktan kalan ya da onun attığı mızrak oklarını. Kafka’ya gelen oklar kesse de onun bedenini, dokunsa da yüreğine; yaralarından merhem yapmış sürmüştür her bir kitabına. Kafka’nın önünü açmayı bırak, önüne engel olan babasından öyle bahseder ki bu yıkımda nasıl doğduğuna hayret edersin, yazmayı bırak eline kalem alması bile mucizedir, hele ki şaheserler yaratması… Evrensel bir dil bulması, hayranlığın büyüsünden içirir. İşte umut da budur, o yazabildi, anlatabildi, ben niye yazmayayım; onun bunca zorluğuna rağmen yazması; insanda sarsıntı yaratır! Hiçliği, verimli bir duyguya, ürüne dönüştürmüştür Kafka. İşte bu yüzden de psikolog edası taşır. Çünkü geleceğe adım atma cesareti göstermiştir her ne kadar eserlerinin yakılmasını istese de.

Kayıtsız kalan baba, savunmasız bırakır çocuğu; anneden, iç dünyasından ve dış dünyadan. Babasıyla girmediği savaşı anlatır Babaya Mektup ’ta. ‘Seninle ikimiz arasında esaslı bir savaş yoktu; benim işim kısa sürede bitmişti; geriye kalan kaçış, hayata küsme, üzüntü, içsel çatışmaydı.’ der mektubunda. Despottur babası, saldırganca var olur, ofansif olanı iyi yapar, her despot gibi, saldırır saldırır. Karşı tarafı ezene, yok olduğuna inana kadar. Her despot gibi kılıcındaki kuşanı yanındakine çeker; içten içe kendinde olmayanı onda görene kadar defansif yanı. Örnek bir yaşam değildir babasında gördükleri; aynısı olmasını istediği bir parazit yapma derdidir onunki; onsuz bir hiç olan parazit! İşte bu yüzdendir ki çoğunlukla babasıyla derdi vardır Kafka’nın. Hiç bitmek bilmeyen bu dert, yakarışa dönüşür kitaplarında; özgün olma çabasına. Okulu da babasının uzantısıdır, yaşamı da. İçine giren mikrop gibi yayılır onunla ilişkisi; her ana. İstemese de kurtulmaya çalışsa da babasının ondaki sirayetini çok sarsıcı bir şekilde anlatır Kafka. Baba olmanın; zor olduğunu onu okuyunca bir kez daha anlarsınız. Kaçılacak bir adam olup bitmeyecek işe mi dönüşeceksiniz; yoksa varoluşunuzla güvenli bir limana mı! Kafka bunu da sorgulatır size! Anlamınız sadece sizle ilgili değildir artık! Güvenilmez olan bu dünyada, yol gösterici olmayı, biraz güneşin ısısını – şefkatini – biraz doğayı barındırıp, koruyucu dağ evini barındırmayı bekler sizden her çocuk gibi Kafka’nın çocukluğu. Öyle ki, baba olma arzusuna engeldir çocukluğu; yaşadığını yaşatma endişesi taşıyarak; evlilikten kaçar her ne kadar kutsal bulsa da evlilik dünyasını. Kendilik değeri yiter gözünde, büyümesine engel olamaz yanındaki uçurumun. Uzaktır idealindeki benlik, yerini alan aşağılanma duygusu; mesafeyi açar; yaşadığıyla yaşamak arasındaki arayış, kaybolmasına sebeptir. Arasa da bulamaz babasında aradığını, yaşadığı utanç ve suçluluk dışında. Zorbayı da örnek alamaz Kafka, düşünceyle hareket eder; babanın şahsiyetiyle değil. Hiçliği barındırsa da babası; babanın küllerinden doğar Kafka; bizde olmasını beklediği gibi! Ötekiyle var olsak da onsuz bir hiç değilizdir aslında. Bugün hala Kafka’yı anlamaya çalışmak; betimlemelerini tasvir etmeye teşebbüs etmek; bizimde yeniden dogmaya girişimimizdir.  İşte bu yüzdendir ki belki de kendine tek tarif bulabildiği yer olan kitaplarından yola çıkarak arıyoruz.

Tutunacak dalı yoktur Kafka’nın sözü dışında. Söz ki yeni söylenmemiştir ama söylenenlere yeni biçim katmıştır Kafka. Terapist gibi; söylenenleri vurgular yeni biçimlerde, bazen de susar en derin mahzene indiğinde. Susup dönüşerek haykırır, bazen de haykırarak söyler bana var olan şeyi; duyulmasını istenenleri değil! Uyandırır o güzel Aziz Nesin’inin şiirini;

SUSARAK

Güneş altında söylenmedik söz yokmuş…

Bu yüzden geceleri söylüyorum sevdiğimi…

Ne gece ne gündüz yokmuş söylenmemiş söz…

Bende söylenmişleri söylüyorum yeni biçimde…

Hiç bir biçim kalmamış dünyada denenmedik…

Bende susuyorum sevgimi saklayıp içimde.

Duyuyorsun değil mi suskunluğumu nasıl haykırıyor…

Susarak sevgisini ilan eden çok var sevgilim…

Ama bir başka seven yok benim sustuğum biçimde …..

Rollo May’in dediği gibi; Kafka hiç yaşamadı ama çok vitaldi. Yazıları canlıydı, diriydi. Demek ki kendisi de buhranını çok canlı tutuyordu. Ailesi de çevresi de yabancılaşıyordu; kendisinin yabancılaşması gibi. Telaşı yetişmekti, kaygısı toplumda yer edinmekti, borcunu ödemekti. Korkutucu olan yazdıklarıyla, başkasını çok iyi anlatabilmekti. Varoluşun öteki yüzünü diğerini kendi gibi anlatıyordu Kafka. Hepimizin algı – olgu ayrımına dokunuyor, açılan mesafeyi özetliyordu. Sözüyle, hissiyle; canlı olan buydu. Terapist gibi; yok ediyordu kalıplaşmış yargıları…

Terapiye giden her yoldan geçiyor kitapları; ‘babasal iktidarla mücadelesini de görüyoruz, toplumdaki sıkışmasını da, ailedeki konumu da. Özgürleşmeye, uçan bir kuş misali, varmak istediği yere, gitmek istediği doğaya; baktığı pencereden daldığı hayale daha yakından bakmak isterken nasıl uzaklaştığını odasından bize dünyanın nasıl göründüğünü anlatıyor Dönüşüm ’de. Yere daha yakınlaşıyor dönüşerek. Toprağa yakınlaşıyor ama başkasına daha da uzaklaşıyor. Kimin daha özgür olduğunu sorgulayarak. Dışardakinin içeriye zorlayarak girmesini, işgalin en ağırını yaparak; istilanın yer ya da toprakla değil, insana müdahaleyle olduğunu gözler önüne seriyor. Biraz da uzaklaşmanın verdiği hazzı yaşayarak. Herhalde terapötik bilincin yalnızlığa biraz daha alışmasından yola çıkarak…

En arkaik yasağa götürerek, bazen ötekinin isteğine boyun eğerek, bazen ona rağmen, ‘elma’ yı yemek istiyor ancak yiyememekle kalmıyor, açılan yarasına tuz niyetine dökülüyor Dönüşüm adlı kitabında.  Elmanın cezasını sadece Kafka çekiyor. Göğsündeki yarayla değil, içindeki yalnızlıkla öleceğini, umursamayan insanın bedelini, geç olsa da tükenmişlikle ödeyeceğini vurgulayarak, bize sofra kuruyor. Sofra da ne ararsanız yer alıyor; umursamaz bedenler, yer açılmayan biz duygusu, mış gibi yaşamlar…

‘İnsan hep isyan eder!’ der Davada. İsyan bu sefer toplumadır bu kitapta, alışkanlığın ziyan olduğunu anlatır, yabancının sadece kendi değil toplumun dönüşümünü belki de bu sefer daha büyük bir böceğe evrildiğini anlatır. Dışarı çıkmak daraltır insanı, alışık olmayanı tatmak, yenilik zordur, alışılmış rutindir. İstenilen rutine uymadır. Yenilik sadece düşünceyi değil bedeni de yorar. Ancak çıkış kapısı yakındır; adımlar uzun gelse de görünen ordadır; kapının arkasında…

“Milena’ya Mektuplarda özetlemiştir Kafka, ‘En suçlu varlık insan! Aramayın orada burada, hepimiz insansak, hepimiz suçluyuz biraz da. Ses çıkarmayarak, olanı duyurmayarak, aramayarak ya da aradığımızı bulamayarak. Yine bir iyilik yapar ve bir bulandan bahseder kitapta, Dostoyevski! İlk romanı ‘Yoksullar’ı yazan üstat, uzun süre tutmuş masasında. Sonrasında bir şekilde basılmış kitabı. Dostu Grigoriev, o sıra okumuş ve inanılmaz sevmiş. Dostoyevski’den gizli bir şekilde o dönemin ünlü eleştirmeni Nekrassov’a götürmüş. Ertesi gün gece yarısı bu sefer üstadın kapısını çalmış iki kafadar, saatlerce sohbetten sonra, Nekrassov o güne kadar tanışmadığı Dostoyevski’ye ‘Rusya’nın umudu sizde!’ demiş. Hayatının en mutlu günü olarak o günü tarif eden Üstat, onlar gittikten sonra hüngür hüngür ağlamış ve ardından, ‘Bunlar ne mükemmel insanlar! Ne iyi ne soylu kişiler! Oysa ben bayağıyım. Görebilselerdi içimi! Anlatmaya kalkışsam inanmazlar ki!’. Kafka gibi, o da kendini bayağı bulurken bugün düşünün ki şu an okuduğumuzda zamanın ötesinde olan Dostoyevski, bir dostunun girişimiyle şu an aramızda. Yine enteresan bir şekilde Kafka’da öyle! Keza, Kafka yakın arkadaşı Max Brod’a eserlerini yakmasını salık vermiştir ancak o, ölümsüzleşen bu eserlerin bize ulaşmasını sağlamıştır. Belki Kafka bendeki etkisini görse ‘iyi ki yakmamışsın!’ diyecektir arkadaşına. Ne mutlu ki böyle iki insan, iki dost, bize iki insan değil iki yenidünya bağışlamıştır. Keşfedilecek bu dünyaları, bizim de dostlarımızla birlikte bulmamız dileğiyle…