Tolstoy, macera olsun, adrenalin olsun diye en büyük ormana girip, içinde kaybolduğunu fark ettiğindeki ürpertinin iliklerine kadar nüfus etmesine benzer. O bir girdaptır, içine aldığında illa ki farklı yeni bir dünyaya götürdüğü gerçektir. Biraz filozof, biraz psikolog, biraz sosyolog, biraz antropolog derken içinde birçok şeyi barındırdığı gözlenen Tolstoy’un önce ‘arayan insan’ olduğu keşfedilmelidir. Neyi aradığı aşikardır; gerçek nedir? Hakikate nasıl ulaşılır? Kanımızca,  şu gerçektir ki yaşadığı dönemde anlaşılmayan büyük düayeni şimdi acizliğinin fakında olan bizim kaleme alıp onunla ilgili laf etme gafleti, hakiki bir cahil cesaretidir. Ancak tesellimiz ona eleştirel bakmaktan ziyade onu anlamaya çalışmaktır.

Hayat üzerine düşünceler eserinde, ‘hayat insan tarafından yönlendirilen bir değirmendir.’, der. Ona göre insanın asli maksadı bu değirmene ilişkin her işlem, ‘öğütmenin ıslahıdır. Hayata ilişkin her daim, yapılan her teşebbüs, onu geliştirmeye yönelik olmalıdır. Bütün önderlerin, araştırmaların bu amaca yönelik olması gerektiğini vurgulayan Tolstoy, zamanın giderek artan biçimde amacı dışında seyreden insanlara şahit olduğundan bahseder. Değirmeni ne döndürüyor, değirmenin kaynağı ne gibi sorularla, ana gündemin değiştiğini ve insanoğlunun yersiz şeylerle meşgul edildiğini üzülerek görüyor. Onu haklı çıkaracak gerekçeleri zamanımızı gözlemleyen insanların gözünden kaçması mümkün görünmüyor. Bak ip cambazı diyerek kandırılan insanoğlu başka yönlere kaydırılıyor, erdem, merak, hayret, eğilim gibi kelimelerin yerine; kaderin cilveleri ve ben olsaydımarla dolup taşmaya başlıyor yeryüzü.

İtiraflarım eserinden bir öykü,

Bir düzlükte karşısına öfkeli bir hayvan çıkan bir yolcuya dair nicedir anlatılan bir Doğu meseli vardır. Hayvandan kaçan adam kuyunun içine girer, ama aşağı baktığında kuyunun dibinde ağzını açmış kendisini yutmaya hazırlanan bir ejderha görür. Talihsiz adam öfkeli hayvan tarafından öldürülmekten korkusuyla ne kuyudan dışarı çıkabildiği, ne de ejderha tarafından yenilmekten korkusu nedeniyle kuyunun dibine inebildiğinden, kuyunun içindeki bir çatlaktaki bir dalı yakalar ve ona tutunur. Ellerinde git gide güç kalmamakta, o da az sonra kendisini yukarıda ve aşağıda bekleyen ölüme boyun eğmek zorunda kalacağını düşünmekte ama gene de dala sıkı sıkıya tutunmaya devam etmektedir. Derken iki fare görür. Bir siyah bir de beyaz fare. Faraler sürekli onun tutunduğu dalı kemirmektedirler. Az sonra dal kopacak ve adam da ejderhanın ağzının içine düşecektir. Yolcu bunu görür ve ölümden kurtuluş olmadığını anlar. Dala tutunmaya devam etmekte ama aynı zamanda etrafına bakınmaktadır. Dalın yapraklarında birkaç damla bal görür. Bal damlalarına diliyle uzanır ve onları anlamaya başlar… Herhalde, ölümle yaşam içgüdüsü arasında giden insanoğlunun bu tasviri kadar güzel betimleyecek ender bir örnek bulmak zordur. Zamanı; gece ve gündüzü betimlediği iki fare, gün geçtikçe deli kanlılığımızdan giden kuvvet, arada sırada bulduğumuz ve bazen de kuruyan yaşam doyurucularının bir bal niyetine ağzımıza çalınması ve bizi bekleyen asil hakikatin ölüm olması…            Hikâyenin ayrıca bizde uyandırdığı, kim bilir belki de Tolstoy’un da okuduğu, şu alegoriyi (Platon’un Mağara Benzetmesi) paylaşmak ta faydalı olabilir,

Yeraltında bir mağarada yaşayan bir takım insanlar olduğunu düşünür. Bu insanlar sırtları mağaranın girişine dönük oturmaktadırlar. Elleri ve ayakları bağlıdır ve yalnızca mağaranın duvarını görebilmektedirler. Arkalarında yüksek bir duvar vardır. Yine bu duvarın arkasında insana benzer bir takım görüntüler, duvarın üzerinde bir takım değişik cisimler tutmaktadırlar. Bu cisimlerin arkasında bir ateş yandığı için cisimlerin gölgesi mağaranın duvarlarına yansır. Mağarada yaşayanların gördüğü tek şey de bu “ gölge tiyatrosudur ”.Doğduklarından beri bu şekilde oturdukları için, var olan tek şeyin gölgeler olduğunu sanırlar.  Şimdi bu mağaradakilerden bir tanesinin bu esaretten kurtulduğunu düşünelim. Bunu öncelikle duvardaki gölgelerin nerden geldiğini kendi kendine sormaya başlayarak, sonunda da zincirlerini kopararak başarır. Arkasını dönüp duvarın üzerinde tutulan cisimleri görünce, ilkin bu çok güçlü ışıktan gözleri kamaşır. Gördüğü keskin hatlı cisimlerden de gözleri kamaşır, çünkü o ana dek yalnızca cisimlerin gölgelerini görmüştür. Duvarın üstünden atlayıp ateşin yanından tırmanmaya başlar ve mağaranın dışındaki doğaya çıkınca gözleri daha da kamaşır. Ancak gözlerini biraz ovuşturduktan sonra her şeyin ne kadar güzel olduğunu görüp şaşkınlığa uğrar. Hayatında ilk kez renkleri ve keskin hatları görmektedir. Gerçek hayvanları ve çiçekleri de görür. Mağaradaki cisimlerin bunların kötü birer kopyasından başka bir şey olmadığını anlar. Ancak şimdi kendisine ve tüm bu hayvanların ve çiçeklerin nerden geldiğini soracaktır. O zaman gökyüzündeki Güneşe bakıp, mağarada gölgeleri görmesini sağlayan şeyin yanan ateş olması gibi, doğadaki tüm çiçeklere, hayvanlara hayat veren şeyin de Güneş olduğunu anlayacaktır. Şimdi, halinden son derece memnun olan mağara adamı, doğaya koşup yeni kazandığı özgürlüğün tadını çıkarabilir. Ancak o, hala mağarada olanları düşünüp geriye döner. Döner dönmez diğer mağara adamlarını, duvarlarda gördükleri gölgelerin gerçek şeylerin yalnızca birer benzetmesi olduğuna ikna etmeye çalışır. Ama ona kimse inanmaz. Duvarı gösterip gördükleri şeylerin var olan şeyler olduklarını söylerler. Sonunda onu bir güzel döverler.

Anlaşılan o dur ki gerçeği arayış insanoğlunun varoluşuyla başlamıştır ve halen devam etmektedir. En önemli gerçeği ölümü kabul etmesiyle Tolstoy, yaşamın akışında, içinde bulunduğu hayata dokunmak için şu göndermeyi de yapar (İçimizdeki Şeytan eserinden),

Şu unutulmamalıdır ki en uygun zaman içinde bulunduğun zamandır. Çünkü sahip olduğumuz zaman, yalnızca içinde bulunduğumuz zamandır. En uygun adam, içinde bulunduğun zamanda görüştüğün adamdır. Çünkü o adamın başkalarıyla münasebeti olup olmayacağı belli değildir. En önemli iş de ona yardım etmendir. Çünkü insan dünyaya sadece iyilik için gönderilmiştir.

 

 

Peki olsa iyi hatta çok iyi olurdu dediğim ne; Tolstoy’u en azından bir kere görüp, varoluşu, geleni – gideni onunla konuşabilmekti!