Bu yazının giriş cümlesi yok. Gelişmesi mümkün ama sonucu yok. Konusu en geniş anlamıyla anlam arayışı. Aradığımız ne? Hayatın kendisinde mi aradığımız? Bizim içimizde mi? Rumuzda ya da kalbimizde mi? Bulan olmuş mu aradığını? Aramaya çıktı mı ki birileri? Yaşantımız matris mi, yoksa gerçek mi? Hakikat ve gerçek ayrımını ne kadar vurgulamıştı hocamız? Şimdi düşünüyorum gerçeği ama bulamıyorum hakikati…
Arıyor muyuz, arıyorsak buluyor muyuz, arayıp bulduysak bitiyor mu? Birini veya bir şeyi bulmaya çalışmak, araştırmak, yoklamak. Türk dil kurumunun aramaya verdiği cevap ve bizim cevabımız ne?
‘Dünyada var olmayanı arıyoruz! Hiç kimse de bulamayacak!’ diyor Tolstoy. O yüzden bıraksak mı ne?
Aradığım insansa, var olan beni sınırlandıran, düşünceme ve hayalime karşı çıkan o değil mi? Bilinçdışım ötekiyle oluştuğuna ve yaşadıklarımı ötekiyle biriktirdiğime göre beni var eden öteki olmakla birlikte; yaşamak istediğim şeye karşı çıkan da o değil mi? ‘Özgür ruhumu baltalayan, sınırlandıran, kısıtlayan… Beni işgal eden!… Peki, diğer yandan hissiyatıma, var olduğuma dair kanıt sunan da o değil mi? Bilincim var olduğumu ötekiyle sağlıyor. İhtiyaç duyuyorum evet; önemsenmeye, benimsenmeye. Hiçlikten varoluşa; hiçten ötekiyle olan bene; temasla varoluşa… Sarte’nin dediği gibi, ‘Diğerleri cehennemdir!’ ama cennet varsa ötekisiz de olmaz, bunu söyleme cesareti nerede?
İnsan yalnız doğar yalnız ölür söylemi ne üzerine peki? Ben birimime, beni ben yapan değerleri, hissiyatı ihtiyacen hissettiğim halde ne doğumda, ne de gözlerimi yummadan önceki son halimde benim varoluşuma ya da ‘hiçliğe’ gidecek son perdede kimse olmuyor. Sözden önce, özne olmak ve kendime dönmek; en iyi anlam arayışı o olsa gerek. Dünyayı istila eden insan değil midir ki bedenleri, düşünceleri ve fikirleri istila etmesin… Niye ötekiyle uğraşıp, istila edilmeye maruz kalıyorum; belki bende istila etmek için yazıyorum, başka bedenlerin ve ruhların dünyalarına sirayet etmek için… Ancak şu da bir gerçek, bütün en can alıcı ve kalıcı eserlere baktığımda, gördüğüm; herkes kendini yazar aslında, ‘söylersem varım!’ der. Yüreğinin en derinliğinde, hücresinin her dokusunda, varoluşunu hissetmek için yazıyor, ilişki kuruyor, kıvranıyor, bağırıyor… Nasio’nun (J-D) dediği gibi ıstırapsız yaşanmıyor, yaşamanın yaşlanmak olduğunu bilse de, kaybedenin kendi olduğunu görse de bırakmıyor. Çünkü bir yerde şu da bağlıyor; umut, öğrenmeye, anlamaya bağlı umut… O umut olmasa bu hayatın döngüsü ne olurdu kim bilir…
Klişe geliyor; sıradan yaşamak! Alışkanlık her daim mutlu etmiyor, içsel sıkıntıyı giderici ‘şey’ düşünmeden ortaya çıkmıyor. Sokrates’in sözü, kendini tanı, altına dönüşüyor. Tanıdıkça, ıstırap çekse de hazzını bulmak için yazıyordur insanoğlu… Söz bilinçdışını oluşturuyorsa, yazı da bilince uçan kelimelerin yığını oluyor; dökülen sadece kelimeden öte, ötekine inat, varoluşun kanıtı oluyor ki boşa değildir herhalde; söz uçar yazı kalır; kalan insan olmak istiyor. Kalamayacağını bilse de. Keza söz girdiği için aramıza, yarım kalıyor hakikat! Duygularım tam anlamıyla yansımayacak şu kâğıda. Andre Green’nin dediği gibi ‘anahtar olan yazılmamış olandır!’ bir yandan da. Ne kadar yarım kalsam da anlatsam da ‘sen büyüyeceksin gözümde ey okuyan!’. Büyüdükçe sen gözümde, aktarmaya geleceksin kuşaklara. Bense haykırmak isteyeceğim, benzeşmeyen olabilmek için, bu paslı dünyaya, elimi yıkasam da geçmeyen sabunsu kayganlıktaki içsel yalnızlığa.
Varoluşun yalıtılmışlığını, sapın ucuna kadar hissettiren günümüzün her teknolojik ıvır-zıvırı, bana hizmet edildiği görüntüsünü sunsa da, görmek istediğimi değil, bakılmasını istediği şeyi gösteriyor. Klişe olduğu varsayılacak düşüncem aklımdan çıkmıyor; topraktan geldiysek, toprağa döneceksek, neden topraktan bu kadar uzaktayız!
İlk çocukluğumuzun döngüsünde günümüzün veliahtları. Kırılması gereken o sadist, saldırgan dürtüler elimize yapıştığı için, öldürme güdüsünden sıyrılıp rakip yapacağımız sonrasında ise arzuya döndüreceğimiz babaya hala öldürme dürtüsüyle saldırıyoruz. Her ne kadar toprak anaya ihanet etsek de devlet babaya boyun eğerek, klişe şeylerin içsel bunaltısıyla ‘yaşam’ denen günümüz modasını takip ediyoruz. Peki, öldürmek istediğimiz kimin babası? Yok etmek, ortadan kaldırmak istediğimiz asıl ne? İçsel yalnızlığımız mı, ‘olmadığımız ben’ mi?
Varoluşçuluğun öncülerinden olan Rollo May’a göre terapinin getireceği sonuç, uzun ya da kısa, sonlu ya da sonsuz yalnızlık sürecidir, yalnızlığa tahammül edebilen olmak için yazıyoruzdur kim bilir. Bu farkındalık, kelimeleri yabancılaştırsa da, bana yakınlaşan yalnızlık mahkûm ediyor ve diyor ki, suçun insan olmak!
Bütün bunların yanında yazacağım kelimeler ölümsüzleşecek, kelimeleri doğuran bende! Ancak anlıyorum ki ne organik söz kaldı ne de ürün! Doğumla kazandığım kısa süreli hayat dışında elimde ne var? Hiçlik dışında, geleceğe aktaracağım yalnızlık dışında! Savaşan insan neyin savaşını veriyor aslında, bunca yıkımda kalan bir toz bulutu değil de nedir!…
Hükmedeceğim ki anlam bulacağım ama hükmüm neye, geçerli olan ne? İnsan insana ne kadar hükmeder, özgür olmak isteyen daha doğuşundan itibaren ayrımlaşmaya programlı, ötekinin varlığında yalnızlığa aday bu varoluş; kimin hükmüne girer eğer ki mükemmel yoksa! Eksik olan insansa onu tamamlayan ne? Başka bir insan mı, doğa mı, simge mi,… ? Eksikliğime rağmen önce ben mi, toplum mu? Felsefik bir tartışma yaratmak değil maksat ama görünen o ki, toplumdan önce insan kendini düşünür; saldırganlığı, hükmetme arzusu, eksikliğiyle baş edememesi ve her şeye bir bebek gibi doyum arayan nesne bulma arzusuyla saldırması, yok etmesi. Acıyı, ötekini yok ederek var olmaya çalışması.
Hakikat; rutinleşen bir hayatın mahzenine sıkışmış inci niyetine açılmayı bekliyor. Boşaltılan anlam – varsa- söze kalıyor o da yarım kalıyor. Yarımı tamamlayan olmaksa, Yunus’un sözünden geçiyor.
Beni bende
demem bende değilim,
Bir ben vardır bende benden
içeri.
Mevlana’nın söyledikleri noktayı koyuyor,
‘İnsanın değeri nedir?’ sorusuna verdiği yanıt; ‘Aradığı cevaptır!’
Yarım kalan hayat, eksik olan insan, var olamayan ben gibi bu yazıda yarım kalacak. Sözün bittiği yer derler ya, işte öyle bir an; aradığını bulamamanın verdiği buhran. Umut yine başka bahara. Yarına dair kalan ne varsa yazının devamında değil, bulamadığım bir ‘şey ’de.
Uzm. Psikolog Yusuf Yakupoğlu